hzali

Baki Öz

Hz. Ali

Hz. Ali, 29. Temmuz 599 tarihinde Mekke’de doğmuştur. Bu tarih, Fil yılının 30. yılının Recep ayının 13. günü olan Cuma günününün Miladi takvimde karşılığıdır.[1] Kabe’de doğmuş olan tek kişidir. Annesi Fatima’dır. Haşim’in oğlu Esed’in kızıdır. Babası ise, Ebu Talib’dir. Ebu Talib de Haşim’in oğlu olan Abdülmüttalib’in oğludur. Bu nedenle Ali, anne ve baba soyu bakımından tam bir Haşimi’dir. Annesi adını, “arslan” anlamına gelen “Esed” veya “Haydar” koymak isterse de Muhammed’in isteğiyle “Ali” konur. Diğer adlarsa ona lakap olarak verilir. Daha sonraları bu lakaplara, “Tanrı rızasını kazanmış” anlamına gelen “Murtazâ” da eklenir. Künyeleri “Ebü’l-Hasan”la “toprak babası” anlamına gelen “Ebü’t-Turâb”tır. Bu son künyeyi kendisine Hz. Muhammed verdiğinden, Ali genellikle bu künyesini yeğlemiştir.

Hz. Muhammed, Ali beş yaşındayken yanına alarak bakımını üstlenir. Bu durum 18. yaşına dek sürer. Böylece Ali’yi Peygamber Muhammed eğitmiş, kişiliğini kazanmasına yardımcı olmuştur. Halk deyimiyle Ali, Peygamber’in “çarkından çıkmış”tır.

Hz. Ali, Muhammed’in peygamberliğine ilk inananlardan ve bu nedenle ilk Müslümanlardandır.[2] Hz. Muhammed’e peygamberlik vahiyi geldiğinin ikinci günü ona inanan ve peygamberliğini kabul eden, dahası her türlü gücüyle onun hizmetine giren ilk kimse olur. Bu bağlılık ömrünün sonuna dek kesintisiz sürer. Kuran’ın “Mushaflık” döneminde 22 yıl “vahiy yazmanlığı” yapar. Bu, kolay kolay kimselerin ulaşamayacağı bir görevdir.

“İlk Müslümanlar”ın kimler olduğu tartışmalara boğulmuştur. Bunlar Muhammed’in; eşi Hatice, yeğeni Ali, kölesi Zeyd gibi en yakınlarından oluştuğu bilinmektedir. Ne var ki Sünni çevreler buna “dostu” Ebu Bekir’i de eklemeye çalışırlar. Oysa, Ebu Bekir’in ilk Müslümanlardan olmadığı bilinmektedir. Mısırlı Hıristiyanlardan Afif el-Kindi Mekke’ye gelişi sırasında Hz. Muhammed’in Hacerü’l Esved taşının önünde namaz kıldığını, arkasında ise bir kadın, bir erkek ve bir de köle olduğunu yansız bir gözlemci olarak kitabında belirtir. Doğallıkla bunlar Hatice, Ali ve Zeyd’dir.[3]

Hz. Ali’nin Peygamber’e, onun düşüncelerine bağlılığı zaman zaman yaşamını da ortaya koyacak biçimde sürer. Peygamber’in Medine’ye göçü sırasında yatağına yatarak, ölüm tehlikesini göğüsler. İslam’ın kabulünde yaşamını ortaya koyar ve savaş alanlarının bir numaraları savaşçısı olur. Bir “İslam militanı”ymış gibi canla-başla savaşır, çalışır. Bu alanda hiçbir özveriden kaçınmaz. Bu yararlılıklarından ötürü Ali kendilerine cennet vaadedilen on kişi (“aşere-i mübeşşere”) arasındadır. Peygamgamber’in isteğiyle oluşturulmuş ve onun ölümünden sonra da çalışmalarını yürüten altı kişilik meclisin üyesidir.[4] Bunlar Ali için önemli konumlardır.

Hz. Ali, “İslam devrimi”nin Peygamber’den sonra bir numaralı adamıdır. Peygamber Muhammed’i, “madde ve manâda temsil yeteneği bakımından” en yüce kimsedir. Kendisine halifelik sırasının çok sonraları gelmesi, onun değerini düşürmez. Bu durum, dönemin siyasal çalkantılarının bir sonucudur. Ali, son nefesine kadar Peygamber’den ve onun yolundan ayrılmamıştır. Hz. Muhammed’e ilk inanan kişidir. Ali’nin Hz. Muhammed’e bağlılığı kuşkusuz; “tam bir teslimiyet içinde ve aşk düzeyinde”dir. Ali için; bütün güzellikler, iyilikler, idealler Hz. Muhammed’e bağlılıktan ibarettir. Peygamber’in Medine’ye göçü sırasında onun yatağına yatarak ölümü göğüslemesi, Peygamber için “ölüme bile gitmeyi şeref bildiği” içindir. Ali’nin ilim ve irfan açısından sahabelerin en önde gelenlerinden olması konusunda kimsenin kuşkusu yoktur. Hz. Muhammed’in temsil ettiği bilim ve hikmet değerlerinin insanlara ulaştırılmasında Ali biricik addır. Alevi-Şiilerin tümü, Sünni tasavvufi tarikatların / ekollerinse bir bölümü soy ve inanç kütüklerinin Peygamber’e bağlandığı noktaya hiç çekinmeden Hz. Ali’yi yerleştirmişlerdir. Bu nedenle tasavvuf tarihinin Hz. Ali’ye verdiği ad, “Şah-ı Velâyet” olmuştur. Ali, züht ve takvada ileri düzeylere ulaşmış sahabeler içerisinde yer alır. Ona, en üst düzey (mertebe) biçilmiştir. İslam düşünce ve ahlâkının “dünyaperest Emevi bezirgânları”nca karartılmaya, yozlaştırılmaya ve gericileştirilmeye gidildiği dönemlerde “peygamberane yaşama dönüş” ve “dünya perestliğe” bir tepki olarak ortaya çıkan tasavvufi hareketler bireysel ve toplumsal bir disiplin olarak Fatıma ile Ali’nin sergiledikleri yaşamın bir örnek alınışı gibidir. Ali, bir “feta” olarak Müslüman gençliğinin “ideal tipi”dir. Bunu özellikle Fütüvvet çevreleri ile Şii, Alevi, Ahi ve Bektaşi toplulukları benimseyerek, eğilimlerine öz olarak kazandırmışlardır. Bu çevrelerin “Kamil / yetkin / olgun insan tipi” de yine Hz. Ali’dir. Ali ve Ehlibeyt sevgisi dinsel, ruhsal, ahlâksal, toplumsal ve siyasal bir olgudur.[5]

Peygamber Muhammed’in yolunun özünü kavrayan, yakalayan Ali, bu yolla / ideolojiyle bütünleşir. Bu nedenle Aleviler, bu kendilerinin de sahiplendikleri ve izledikleri yola “Muhammed- Ali Yolu” derler. İslam’ın ana damarı ve anayolu budur. Bu yolu; Ehlibeyt, yine bu soydan gelen Oniki İmamlar ve seyyidler sürdürürler. Alevilerse bu yolun bağlıları, inanırları olurlar. İslam’daki “mezhep” adı altındaki Sünni nitelikli siyasal ve toplumsal hareketlerin hepsi Muhammed-Ali bütünlüğünden çatlaklar yaratarak, araya sızmak doğrultusunda olmuştur. İslam’daki iktidar kavgalarının, kanlı savaşların, mezhep akımlarının nedeni hep budur.

Tarihçiler ilk kaynaklara ve söylenenlere (rivayetlere) dayanarak Hz. Ali’nin karakteristik tipini belirlerler. Bunlara göre; Ali esmer, gür sakallı, saçları önden dökük, büyük ve elâ gözlü, güler yüzlü, güzel yüzlü, orta boylu, iki omuzunun arası geniş, pazuları ve baldırları kalın, mafsalları ince, pençeleri aslan gibi güçlü, oldukça cesur, insan güzeli, her savaşta ve vuruşmada başarmış, buna karşın yumuşak huylu, alçak gönüllü, hoşgörülü, cömertliğiyle ünlenmiş ve bunu ilkeleştirmiş, insanlıklı, tapınıma düşkün, insan ilişkilerinde ve yönetimde adil, paylaşımcı ve özverili, usta konuşmacı düzeyinde çok iyi konuşan, belâgatle söz söyleyen biridir.[6]

Hz. Ali, Peygamberle birlikte İslam’ın ilk döneminin tüm savaşlarına katılmış, İslam’ı yapılandırmaya ve kurumlaştırmaya çalışmıştır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında Hz. Muhammed’in yanında vuruşmalara katılmış, olağanüstü başarılar göstermiştir. Bu savaşlarda önemli vuruşmacılardan / dövüşçülerden biridir. Peygamber Uhud’da “Zülfikâr” olarak adlanan kılıcı Ali’ye verek onun değerini bir kez daha teslim eder. Ali bu savaşta 90 yara alacaktır. Hendek Savaşı’nda İslam tarafının dövüşçülerinin yitik vermeleri üzerine Ali Peygamber’den ısrarla izin istemiş, Peygamber başındaki “imame”yi ona giydirerek, savaşa sokmuş ve “mücessem iman mücessem şirkle savaşmakta” demiştir. Ali, yalnız Tebük savaşına katılmamış, Peygamber’e vekâleten Medine’de kalmış, sivil halkı korumakla görevlendirilmiştir. 628’de Fadek’te Yahudi Sa’d kabilesine karşı yapılan savaşı yönetmiştir. Aynı yıl yapılan “Hudeybiye Barış Antlaşması”nın metnini Hz. Ali kaleme almıştır. Mekke’nin alınması günlerinde Kabe’deki putları ve resimleri Peygamber Ali’yi omuzlarına çıkartarak kırdırmış ve temizletmiştir. Peygamber, Taif’deki putheneyi yıktırma ve putları kırdırma işini Ali’ye yaptırmıştır. Bedir Savaşı’nda sancaklardan Peygamber’in sancağını Ali taşımıştır. Hayber saldırısında Ebubekir’le Ömer’in başarısız olmaları sonucu Peygamber sancağı ona taşıtmıştır. Bu görevlendirme üzerine şunu söyler: “Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, o Tanrı’yı ve elçisini sever, Tanrı ve elçisi de onu severler. O kaçmaz, fethetmedikçe de geri durmaz”. Hayber’de kale kapısını kalkan olarak kullanışı söylenceleşir. Mina’ya, Peygamber onu görevlendirmiştir. 632 yılında yapılan Yemen seferini o yönetir ve Hamdanilere Müslümanlığı kabul ettirir.[7]

Ali, Peygamber Muhammed’in hem kuramsal, hem de uygulamalı iyi bir izdaşıdır. Kuran’ın vahiyiyle başlayan İslam öğretisini en iyi bir biçimde anlamaya çalışan ve bunu topluma benimsetenlerin başında gelir. Bu nedenle Ali, İslam’ın özüne ve ruhuna bağlıdır. Bu alanda herhangi bir makam, saygınlık, çıkar kaygısı yoktur. O, sürekli İslam’ın gönüllü eri olmayı yeğlemiştir. Bu durum biraz da Peygamber Muhammed’e aşırı bağlılığından ve ona olan inancından-güveninden kaynaklanmaktadır.

Ali’nin İslam içindeki konumu sürekli tartışılmıştır. O, Peygamber Muhammed öğretisinin iyi bir savunucusu olarak İslam’ın merkezindedir. İslami ana kolun temsilcisidir. Sürekli devletçi oluşunun, zor günlerde devleti düze çıkarmayı üslenmesinin nedeni budur. O, Muhammed’i Müslümanlığı sürdürmeye çalışmıştır. Diğerleri ise bu çizgiden ayrılmalar göstermiş; Ali’yi, soyunu ve izdaşlarını baskı altına alarak kendilerine özgü geliştirdikleri bir çizgiyi İslam’ın aslı ve kendisidir diye iktidar gücüyle kabul ettirmişlerdir. Zamanla İslam’ın yönetimini ele geçiren bu çevreler kendi öğretilerini Peygamber’in ana çizgisi ve asli öğreti, Ali çizgisini sördüren öğretileri de “İslam’dan sapma” olarak göstermeyi başarmışlardır. Şiiliğin mezhep kabul edilmeyişi, Aleviliğin İslam’ın dışında gösterilmeye çalışılması hep bu nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Ali, Kuran ayetlerinin öğrenilmesi ve öğretilmesi işinin en içtenlikli erlerinden biridir. Hz. Muhammed’in yanında olmasının da rolü olsa gerek, gelen vahiy ayetlerini ilk belleğine yerleştiren ve öğrenen sürekli o olmuştur. Hatta daha sonraları Kuran’ın derlenmesi yıllarında Ali bu belleğinde tuttuğu ayetleri bir araya getirmiş, kitaplaştırmıştır. Özellikle, Alevi / Şii dünyasında “Ali Kuranı” olarak adlandırılan Kuran böyle doğmuştur.[8] Ali derlemesi, Kuran’ın Peygamber’den sonra kitaplaştırma işindeki kuşkulara ve düşülen çelişkilere çözüm getirecek niteliktedir.

Ali, iyi bir Kuran yorumcusu olarak bilinir. Kuran’ın geliş ve yaşama geçiriliş döneminin her aşamasını bizzat Peygamber’in yanında ve onunla birlikte geçirmesi, onu bu açıdan olanaklı kılmıştır. Alevilik / Şiilik, Ali’nin Kuran yorumundan çıkmış ve bu yorumu esas almıştır.

Ali’nin İslam’ın kurumlaşmasında önemli rolü olmuştur. Halife Ömer, “Hicret Olayı”nın Hicri takvimin başlangıcı olarak alınıp yeni bir takvim düzenlemeyi Ali’nin önerisiyle yapar. İslam’ın ilk halifeleri kendisine garazkârane davranmalarına karşın, İslamiyet’in rayına oturması, toplumsal birlik ve düzenin sağlanması için bu halifelere yardımcı olmaktan kaçınmamış, “danışmanlık” yapmıştır. Eyaletlerden gelen şikâyetleri araştırması ve gidermesi için Halife Ömer’i uyarma işini üstlenmiş, Osman’ın yandaşlıkları ve haksızlıkları nedeniyle yaşamının tehlikeye girmesi sonucu Ali halifeyle küskünler arasında ilişkiyi kurma işini üstlenmiş, evinin kuşatılması sırasında bile çocuklarıyla birlikte onu korumaya çalışmıştır.

Osman’ın öldürülmesi sırasında toplum oldukça bozulmuş, huzur kalmamıştır. Ali, kendisine ısrarla önerilen halifeliği üstlenmekten tereddütler geçirmişse de, devletin merkezinden ve ilk kuruculardan olmanın verdiği sorumlulukla bu görevi en kötü döneminde üstlenmiştir. Beş günlük tereddütten sonra halifeliği kabul eder ve 24. haziran 656 günü Medine’de peygamber mescidinde kendisine bağlılık yemininde (biat) bulunulur. Bu tören için minbere ilk çıkan halife Ali olur. Medine’den ayrılır ve bir daha da dönmez.

Hz. Ali dönemi tümüyle iç karışıklıklarla geçer. Ayşe, Talha ve Zübeyr onun halifeliğini kabul etmemiş ve Basra’ya çekilmişleridir. Bu nedenle Ali bunlar için Basra üzerine yürür. “Cemel Olayı” bu kentin önünde 4. ekim 656 tarihinde yapılır. Ali savaşı kazanır. Ali’yi oldukça üzen bu olay sonucunda Talha ile Zübeyr ölür, Ayşe ise Peygamber’in eşi olması nedeniyle duyulan saygıdan dolayı gözetim altına alınarak, Medine’ye gönderilir. Hazinede birikmiş parayı ihtiyaçlılara dağıtır. Astar’ın ön çalışmalarından sonra Küfe’ye girer. Oradan Medain’e gider. Şam’da bağımsız saltanatını kurmuş olan Muaviye ile Sıffın ovasında haziran-temmuz-ağustos 657 aylarında 110 gün süren “Sıffın Savaşı” yapılır. Savaş kazanılmak üzereyken, Amr b. As’ın Muaviye’yi bir “hile”yi kullanması önerisiyle, Kuran sayfaları mızraklara takılarak Ali’nin ordusunun savaşı durdurmalarına yol açılır ve Muaviye orduları kesin bir yenilgiden kurtulur. Bunun sonucunda “Hakem”e gidilir. Kurnazlığıyla ünlü Amr Muaviye’nin, saflığıyla ünlü Musa el-Eşari ise Ali’nin hekemleri olurlar. Ali, istemeyerek de olsa Musa’nın kendisini temsil etmesini kabul eder. Şubat 658’de hakem toplanır. Musa, damadı Abdullah b. Ömer’in halifeliğini düşünmektedir. Amr’ın sözlerine de kanarak, Osman’ın öldürülmesinde Ali’nin suçlanmasına yanaşır ve Osman’ın öcünün alınmasında Muaviye’yi yetkili görerek, temsil ettiği Ali’yi halifelikten alır. Aslında bu Amr’ın düzenidir. Musa bu düzene çekilmiştir. Amr da Musa’nın kararına katılarak Ali’nın görevden uzaklaştırılmasını benimser. Temsil ettiği Muaviye’yi halifeliğe atar.

Ali’nin hakemi kabul etmesine karşı çıkan bir grup, ondan ayrılarak Abdullah b. Vahbalrasibi’nin başkanlığında toplanırlar. Sonuçta Ali’yi sorumlu tutarlar. Ali’den kopan bu topluluk “Hariciler” adıyla anılırlar. Başşızlıktan yanadırlar. Nihilist hareketlere girerler. Kargaşalık çıkarırlar. Kararlı bir politikaları ve bir sistem anlayışları yoktur. Ali; 17. temmuz 658’de bu topluluk üzerine düzenlediği “Nehrevan Savaşı” ile, bu kesimi etkisiz kılarsa da, İslam toplumunun sonraki dönemlerinde bu kesimin yıkıcılıkları uzun zaman sürecektir. Zamanla kimi mezheplere karışarak eriyip kaybolacaklardır.

Sıffın Savaşı ve hakeme gidilmesi Ali’nin yönetiminde ve yaşamında dönüm noktasıdır. Oysa Ali, istemeyerek, zorunlu olarak hakeme gitmiştir. Yandaşlarınca zorlanmıştır. Bu olaylar İslam toplumunun bölünmesinde etken olur. Ali’ye bağlı olan kesimler “Şiiler” adıyla varlıklarını sürdürler. “Aleviler” bu kesimin ve akımın paralelinde zamanla oluşur ve ad alırlar. Şiiler ve Aleviler ödünsüz Ali yanlısıdırlar ve Ehlibeyt seveni olarak günümüze kadar varlıklarını aynı içerikte sürdürmüşlerdir.

Bir üçüncü grupsa; Muaviye ve Ümeyyeoğullarının yanında yer alan kesimdir ki, bunlar “Emeviler” adıyla adlandırılırlar. “Sünnilik”in temelini bu topluluk ve akım atar. Zaten, “Ehli sünnet vel cemaat” sözünün de babası bilindiği gibi Muaviye’dir.[9] Bu söz, Muaviye’nin Ali’ye karşı yürüttüğü karalama kampanyası sırasında doğacak, giderek bu akımın içerisi dolacak ve genel İslamlığa egemen bir mezhep durumuna dönüşecektir.

Muaviye, Şam’ı başkent edinerek Suriye’ye yerleşir. Devletinin güçlerini orada toparlar. Ali, Küfe’yi merkez edinerek Irak topraklarına ağırlık verir. Savaştan sonra da Küfe’ye çekilmiştir. Orada Haricilerden Abdulrahman İbnü’l Mülcem al-Sarimi tarafından 27. ocak 661 tarihinde zehirli bir kılıç darbesiyle vurulur. İki gün sonra ölür. Öldürüldüğünde 63 (veya 65) yaşlarındadır.[10] Fırat’ın dalgalarını engelleyen su bendinin yanına defin edilir. Daha sonraları burada Necef kenti (bugünkü Meşhed-i Ali) kurulur. Türbesinin bulunduğu yer, Necef-i Eşref adıyla anılmaktadır. Ali, 4 yıl 9 ay yönetimde kalmıştır. Dönemi tümüyle iç çatışmalarla geçmiştir. Öldüğü zaman da toparlanamamış bir İslam-Arap devleti vardır.

İç çekişmelerin doğurduğu uygunsuz tutumlar nedeniyle Ali’nin mezarı gizli tutulmuştur. Ama Ehlibeyt’ten ve Oniki İmamlardan olan kimseler Necef’teki mescidde Zarih denilen sandukasını ziyareti sürdürmüşlerdir. Kabrini, ilk kez Abbasi halifelerinden Harun-ür Reşit 786 yılından sonra belirleyerek yaptırmıştır. Kabrin üzerine bir bina kurulmuştur. 892’den sonra Dâ-i Sagıyr denilen Zeydü’l-Hasani oğlu Muhammed, yapıyı onartmış ve yeniden düzenlemiştir. 979’da Azus-üd-Devle Fenâ Husrev ibni Büveyd Deylemi türbeyi birbakıma yeniden yaptırmış ve birçok vakıf bağlamıştır. Daha sonraları yangında zarar gören türbe halkın yardımıyla 1358’de yeniden yapılmıştır. 1636’da Şah Safi’nin yardımıyla türbenin yeniden onarımı başlamış, bu çalışmalar 1642’de Şah II. Abbas döneminde bitirilmiştir. Nadir Şah 1741’lerden sonra kubbeyi ve iki minareyi altınla kaplatmıştır. Son dönemlerde Nasirüddin Şah 19. yüzyılın ortalarında türbeyle mescidini onartmıştır. Sultan Abdülaziz de altınla işlenmiş iki büyük şamdan armağan etmiştir.[11]

İmam Ali, Hz. Muhammed’in en çok değer verdiği ve güvendiği biridir. Medine’ye göçüldükten beş ay sonra göçmenlerle (muhacir / Mekkeliler) ensar (yerliler / Medineliler) arasında dayanışmaya dayanan Alevilerin sonradan musahiplik geleneğinin ilk kaynağı olarak gördükleri bir kardeşlik kurulur. Peygamber de, Ali ile kardeş olur. Ali’yi kendilerinin kardeşi, veziri ve vasisi olarak çevreye sunar.

Ali, 622 yılının sonlarında Peygamber’in kızı Fatıma’yla evlenir (Hicret’in 1. yılı, Muharrem ayının 21. perşembe günü).[12] Fatıma, örnek bir kadın tipidir. Yeni oluşturulan İslam toplumunda ideal kadın örneğidir. Her türlü kirden, kötülükten arınık anlamına gelen “Betül” sanıyla anılır. Ebubekir’le Ömer de Fatıma’yı istemelerine karşın, Fatıma da babası Hz. Muhammed de Ali ile evlenmesinden yanadırlar. Bu evlilikten Hasan ile Hüseyin doğarlar ve Peygamber Muhammed’in soyu, yani Ehlibeyt’i bu evlilikten sürer. 606 yılında doğan Fatima, babasından 3-4 ay sonra, yani 12. kasım 632 yılında 26 gibi genç bir yaşta ölür. Ali, aynı yıl iki önemli desteğini yitirmiştir.

Ali, Fatıma’nın sağlığında ikinci bir evlilik yapmaz. Arap geleneğini çiğneyerek tekeşli olarak kalır. Ancak onun ölümünden sonra evlilikleri olur. Fatıma’nın ölümünden sonra, 7-8 hanımla evlenmiştir.[13] Bu evliliklerin tümünden 18’i kız 18’i erkek olarak 36 çocuğu olur.[14]

Veda Haccı dönüşünde Gadiri Hum’da 16. mart 632 günü Peygamber Ali’yi yanına alarak minbere çıkar ve topluma Kuran’la Ehlibeyt’ini bıraktığını söyler. Toplumun yanlışa düşmesini bu iki öğenin önleyeceğini belirtir. Ali’nin elini tutarak; “Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır” diyerek kendisinden sonra İslam Devleti’nin yönetimine Ali’yi önerir. Bu öneriden sonra Ali oradan bulunanlarca kutlanır. Dahası kutlayanlardan biri de, sonradan bunları duymazlıktan- görmezlikten gelecek, Ali’ye karşı amansız erk savaşımı yürütecek ve Peygamber’in isteğini çiğneyecek olan Halife Ömer’dir.

Gadiri Hum günü Şii / Alevi / Bektaşi toplumu için Ali ve Ehlibeyt’e ilişkin kutlu günlerdendir. Kutlanması, bu toplumlarca inançsal geleneğin içine alınarak sürdürülür.

Hz. Muhammed haziran 632 yılında ölür. Yerine İslam Devleti’ni yönetme işi gündeme gelir. Bu iş, halifeliktir. Bu alanda, Haşimoğulları, muhacirler ve ensar etkindir. Söz sahibi konumundadırlar. Haşimoğulları genellikle Hz. Ali üzerinde durmaktadırlar. Fakat politikanın tüm öğeleri çalıştırılarak, Ali devletin yönetiminden uzak tutulur. Bu durum Halife Osman’ın öldürülmesiyle doğan kargaşa ortamına ve devlet krizine dek sürer. O koşullarda iş başa düşmüştür. Ali zorunlu olarak yönetimi kabul eder.

Her zor günde Ali vardır. Hz. Ali devletin ve toplumun geleceği için bunların hiçbirinden kaçınmaz, görevini canla-başla yürütür. Kuran Ayetlerinde Hz. Ali

Kuran yorumcularına göre; Hz. Ali, Kuran’da dokuz ayette “mümin” olarak anılmıştır. Bu ayetler yalnızca onun için inmiştir. Secde 18. ayet Ali ile Velid b. Ukbe arasında geçen bir olay üzerine inmiştir. Ali, ona “fasıksın” demiştir. Enfal 62 Bedir savaşı ile ilgili olarak Ali ile Hamza gibi “müminlere”, Enfal 64’se yalnızca Ali için inmiştir. Ahzâb 23, Tanrısıyla and içip bunun sonucunda şehit olmayı bekleyen Ali içindir. Tevbe 19, Mekke’de hacılara üstünlük taslayan Abbas’la tartışarak onu yeren Ali için inmiştir. Casiye 21 ile Beyyine 7’de “mümin” olarak anılanların içinde Ali de vardır ve üstünlüğü vurgulanır. Maide 55 camide namaz kılan ve rüküde olan Ali’nin sadaka isteyen dilenciye cömertlik göstererek yüzüğünü vermesi üzerine inmiştir. Peygamber Muhammed Ali’nin bu duyarlılığı karşısında çok duygulanmış ve “ehlimden Ali’yi bana vezir kıl, onunla arkamı güçlendir” diyerek Tanrı'ya yakarışta bulunmuştur. İnsan 5-11. ayetleri de yine Ali ile eşi Fatıma’nın cömertlikleri ve işlerini kendilerinin görmesi nedeniyle inmiştir. Bakara 274’se Ali’nin 4 dirhemini gösterişten kaçınarak ihtiyaçlılara vermesi üzerine inmiştir. Mücadele 12’de Ali’nin üstün kişiliğine vurgu yapılır.[1]

Peygamber, 622 yılında Mekke’den Medine’ye gizlice göçerken, kendisinin evinde olduğu kanısını yaratmak ve ve müşriklerce izlenmesini önlemek amacıyla evde Ali’yi bırakmıştır. Ali bu yaşamına mal olabilecek oldukça tehlikeli görevi hiç ikileme düşmeden severek, içtenlikle yapmıştır. Bu Ali’nin Muhammed’e ve onun yoluna olan inancının ve bağlılığının bir sonucudur. Bunun üzerine Bakara 207. ayeti iner. Tanrı buyruğunda yüceltilen Ali için; “…Tanrı rızasına ulaşmak için adeta varlığını ve kendini satar, Tanrı’nın rızasını alır.” denir.[2]

Nahl- 42’deki “zikr ehli”nin Hz. Ali’nin kendilerini amaçladığını İbni Caber-i Taberi yazar. Suyuti, Tevbe 119’daki “gerçeklerle birlikte olun” biçimindeki hükmü “Ali ile olun” biçiminde yorumlar. Peygamber Şuara 214’ü kırk kişinin üzerinde yakın bulduğu bir topluluğa elçiliğini açıklarken, karşı çıkmalar olmuş, Peygamber de içlerinde kendisine candan yardımcı olacak birini istemiş ve bu sadece özveriye dayanan gönül görevini Ali üstlenmiştir. Suyuti’ye göre Taha 29-32. ayetler inerken, Peygamber Hz. Musa’nın kardeşi Harun’u kendisine yardımcı edinmesini örnek alarak, Ali’nin kendisine “vezir olması”nı ve Tanrı'dan Ali ile “güçlendirilmesi”ni ister. Maide 55-56’da sözü edilen “veli” Ali’dir. Ünlü yorumcu Fahrettin Razi de Maide 54’ün Hayber Savaşı’nda sancağın Ali’ye verilmesi üzerine indiğini belirtir. Al-i İmrân 61’deki “oğullarınız”la Hasan’la Hüseyin, “kadınlarınız”la Fatima, “biz”le ise Ali amaçlanmıştır.[3]

Şii bilginler gibi birçok dürüst Sünni bilgin ve Kuran-Hadis otoritesi yazdıkları yorum kitaplarında Kuran’da Ali’yi ve Ehlibeyt’i amaçlayan birçok ayetten söz ederler. Muhammed El Kanduzi, El Hamvini Tahrim 4’ün Ali için indiğini, bunun üzerine Peygamber Muhammed’in “Ali seni müjdelerim. Tanrı senin Cebrail’le kardeş olduğunu söyledi. Meleklerle müminler tanıktır” dediğini belirtirler. Yine El Kanduzi Ahzâb 25’de Tanrı’nın Ali’nin “gücü” ile “savaşın kazanıldığı”nı buyurduğunu yazar. Elhac 1’de “Ali’nin mucizesi” kanıtlanır. Enfal 62’de Bedir Savaşı’nın “Ali’nin gücü” ile kazanıldığı belirtilir. Ankebut 52, Bakara 189, Fatir 32, Yasin 12 ve Raid 43’de Ali yerin göğün bilgisine sahiptir. Her bilgi Ali’dedir. Ali, “Kitabın bilimi”ne sahiptir. Yani, “Kuran-ı natık”tır (Konuşan Kuran). Bu Sünni yazar, ayrıca Bakara 112’nin de Ali için indiğini belirtir. El Baydavi, El Hamvini gibi Şii ve El Ayyaş Vassam gibi Sünni yazarlar İnsan suresinin Ali ve Ehlibeyt için indiğini yazarlar. El Kanduzi Bakara 208’deki “silm” sözünün Hz. Ali olduğunu, “Ali’ye teslim olunuz” anlamını içerdiğini belirtir. Yine aynı yazar Bakara 257 ve 289’la Ali’nin “velâyeti” ve Ehlibeyt’in ve Peygamber’in “şefaati” ile İslam dinine girileceğinin vurgulandığını yazar. Elhaşir 20 ile Rahman 7-8-9. ayetlerinde Ali’nin “velâyeti”nin hak bilinip “yadsınmaması” gerektiğini bu yolla “hakkın kabul edilmesi” belirtilir. Maide 40’da Cennet’le Cehennem’in anahtarları Ali’ye bırakılır. Nisa 144’de “kafirlerin arkalarından gidilmemesi” istenerek Ali “veli ve vasi” kılınır. “Velilik”, Ali’ye ait olur. Bakara 58, Nur 15 ve Elmülk 27’de Ali’nin Tanrı katında “yüceliği” dile getirilir. Bakara 31-37-124’de Peygamber’le Ali ve Ehlibeyt’in “aynı nurdan yaratıldığı” vurgulanır. Enam 160’da Ehlibeyt’e kötülük yapılmasından kaçınılması önerilir. Tövbe 3’de Ali Tanrı’nın “müezzini” olarak nitelenir.[4] Hadid 3’de Ali’nin, öncellerden önce varlık gösterdiği, evrende “ilk yaratılan” olduğu vurgulanır. Şii kökenli hadis kaynakları da Peygamber’in Ali’nin “sır” olduğunu, bu yanının “yadsınamayacağı”, Ali ile birlikte Adem yaratılmadan “Tanrı’nın öz nurundan” 80 bin yıl önce var oldukları, “Tanrı’ya ilk tapınanlar” olduklarını, ikisinin nurunun tüm peygamberlerden ortaya çıktığını belirtiğini yazarak Hadid suresine dayanak kazandırırlar. Al-i İmrân 84’de de gerçek inanan ve İslam’ın Ali olduğu belirtirlir. Ali’nin inancı, örnek Müslümanlığı topluma model olarak gösterilir.[5] Hz. Ali’nin Ahlaki Kişiliği

Hz. Muhammed’in yanında yetişen Ali ahlâklılığın, erdemliliğin, olgunluğun canlı bir örneğidir. En belirgin niteliklerinden biri “güvenilir olmak”tır. Tarih boyu dillere destan olacak ölçüde eli açık ve cömerttir. Yardımseverlik ve insanlarla dayanışma içerisinde olma, yoksulu, kimsesizi, güçsüzü koruma onun simgeleşmiş özelliklerindendir.[1]

Alevi-Bektaşiliğin temel ahlak ilkesi olacak “Eline, Diline, Beline sahip olmak” anlayışını Ali ilkeleştirir. Yolun ana ilkesi haline getirir. Bunlara uymamanın toplumu bozacağı, birbirine düşüreceği düşüncesindedir. Onun söz ve konuşmalarını içeren kitabında ve şiirlerinde bu ilkeleşmiş düşüncelerini şöyle dile getirilir:

“…Halkı ayırmaktan sakının. Dilinizi uz tutun. Gönlünüz başka düşüncede, diliniz başka sözde olmasın. Herkesin dilini zaptetmesi gerekir. Çünkü bu dil serkeştir. Sahibini eğri yola götürür, saptırır. (…) İnsanın dili gönlünün ardındadır. Münafıkın diliyse, gönlünün ardında. İnanan bir söz söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü. Bir düşünür hayırsa söyler. Şerse vaz geçer. Münafıksa diline geleni söyler. Hangi söz kendizine yarar sağlar, hangi söz zarar. Düşünmez bile. (…) Kim yüce Tanrı’nın, avucu Müslümanların kanlarından, mallarından tertemiz olarak ulaşmak isterse, dilini onların ayıplarında korusun”.[2]

Bu anlayış Ali’nin şiirlerinde; “dilini tut!”, “Sana söyleneni başkasına söyleme”, “dilini tut, kaçın gönül kırmaktan. Gönüldeşini iyi aydın olandan seç. Kimseye eziyet etme, edeni de engelle” biçiminde dile getirilir.[3] Koğuculuğun, insan çekiştirmenin her türlüsüne karşı çıkar.[4] İkiyüzlülükten yakınır. Çevresindeki bu tür insanların dolu olması onun kendini yalnız hissetmesine neden olur. Ali, bu durumu şiirlerinde defalarca dile getirir.[5]

Beline sahip olmayı o, “şehvetler elbisesinden soyunmak” olarak anlar.[6] Dürüst ve olunduğu gibi görünmeyi insan kişiliğinin sağlamlığı olarak düşünür. İnanırlardan, “renkten renge girmek”ten kaçınılmasını ister.[7]

Ali, dürüstlüğün simgesidir. Haklara saygılıdır ve kesin saygı gösterilmesini ister. “Kul hakkı” onun için kutsal haklardandır. Kimsenin hakkının alınmasını istemez. Günümüzdeki hortumculara, rüşvetçilere, armağancılara ders verircesine bir ahlâklılık sergiler. Ona göre;

“Bir karıncanın ağzındaki bir arpa tanesinin kabuğunu almak, bu yolla da Tanrı’ya isyan etmek için bana yedi iklimi (alemi / dünyayı) ve bu iklimlerin altlarındaki ülkeleri verseler, gene kabul etmem ben”.[8]

Erdemi ve olgunluğu esas alan İmam Ali; “yoldan çıkmış, sapmış, başıboş kimse”lerle “bilgisizliği nefsinde toplamış kimse”leri oldukça kabul edemeyeceği kişilik tipleri olarak görür.[9] Çünkü; o mutevazılığı ve bilgiyi, bilinci, çalışmayı, üretmeyi, topluma yararlı olmayı, dayanışmayı esas alan biridir. Üretmeyi, ilerleme olarak görür. Toplumsal gelişmeyi, toplumsal üretime ve çalışmaya bağlar. Özgür insan olmanın yolunu çalışmaya bağlar. Bunların da, insanlık için esas olmasını düşünür.[10]

Hz. Ali, “İslam’ın koşulları”nı Sünni eğilimin anladığı biçimde anlamaz. O, bu tapınımların dışsal / zahiri anlamlarını değil içsel / batın anlamlarını anlar ve yaşama geçirmeye çalışır. Ona göre, bu tür tapınımlar insanda kişilik eğitimidir (nefis terbiyesi) ve kişiliğin olgunlaşmasını amaçlar. Kişiyi Alevi deyişiyle “turap kılar”. Kimsesizin, yoksulun durumundan anlamasını sağlar. Yardımlaşmayı, dayanışmayı güçlendirir. İyiliği, insan severliği namazdan, oruçtan “üstün” tutar.[11] Yani olaya toplumsal yaklaşır. Sünni İslamsal dünyanın katı kuralcılık çerçevesinde yürüttüğü ve salt biçimsel düşündüğü bu tapınımlara ilişkin Hz. Ali’nin değerlendirmesi şöyle olur:

“Namazda gönül alçaklığıyla en yüce yeri, alınları toprağa koymak, yüzleri toprağa indirip organların en değerlilerini yeryüzüne koyup küçülmek, oruçta da karınları açlıkla sırta yapıştırarak kibirden kurtulmak, insanları alçalmaya alıştırmak gibi hikmetler vardır. Zekâtda da yeryüzünde biten şeyleri, bunlardan başka varlıkları, yok-yoksul kişilere vermek, onlara yaklaşmak amaçları vardır. Bunlarda bulunan, insanda görünen, övünmeye ait şeyleri yok eden, ululanmaya dair beliren niteliklerden insanı alıkoyan şeylere bakın”.[12]

Ali, şiirlerinde tutkulardan uzak mutasavvıf bir kişilik sergiler. Ün, varlık, varsıllığı boş görür.[13] Gönül zenginliğini, mal zenginliğinden üstün tutar. Erdemi, olgunluğu; kişinin kendisini bilmesi olarak görür.[14] Bu anlayış daha sonraları Yunus, Hacı Bektaş, Mevlana ve daha birçok mutasavvıf düşünürde “sen seni bil sen seni” biçiminde ilkeleşecektir. Demek ki, bu erdemlik anlayışının kaynağı Hz. Ali’dir.

Ali, kişinin topluma ayak uydurmasından, gelişmeleri benimsemesinden yanadır. Bu nedenle yumuşak başlılığı (hilm) önerir. Toplumda geçinmenin, kaynaşmanın, birlikte yaşamanın en belirgin kuralı olarak “hilm”i görür.[15]

Ali’de “erdemlilik”; birey için insan olmanın özelliği ve bu özelliğe ulaşabilmenin yoludur. “Erdemlilik, temiz ahlâk, iyi ve güzel düşüncedir”. Erdemli olmanın koşullarıysa Ali’ye göre; din, akıl, bilim-bilgi, hayal ve umud etmek, cömertlik, konukseverlik, arı ve saf insan olmak, sabır, teşekkür duygusuna sahip olmak, yumuşak karakterli olmaktır.[16]

Hz. Ali toplumu içten içe kemiren yozlukların tümüne karşıdır. “Kan davası” bunlardan biridir. Yaşamı pahasına bu sorunla savaşmıştır. Suikaste uğramasına karşın, ölüm anında bile “kan davası”nı reddetmiş, “öc alınmamasını” istememiş, saldırganın yargılanmasını buyurmuştur. Sağ kalması durumunda kendisinin de böyle böyle yapacağını belirtmiştir.[17] Görüldüğü gibi, bunlar bir erdemlilik örnekleridir. Ali’nin bu erdemlilik örnekleri zaman zaman şiirlerinde de “öc alma”ya karşı çıkılarak dile getirilmiştir.[18]

Ali toplumun alt katmanlarının ve üretici kesimlerin savunucusudur. Bütün bunlar emeğe olan saygısının gereğidir. Bir vesileyle; “köylülere, ekincilere sert davranılmamasını” ister. Toplumun “cevr-ü cefâ ile yönetilemeyeceği”ni düşünür.[19]

Ali inançlı biridir. İnancı ve imanı önemser. İnsanların bu konuda içiyle-dışıyla açık olmalarını ister. Dinsel görevin ücretle yapılamayacağı veya yaptırılamayacağını günümüz uygulamalarını sezerek ve bir öngörüde bulunarak vurgular.[20]

Hz. Ali, “iman”ı dört ana öğeye bağlar. Bunlar; sabır, yakıyn, adalet ve savaştır. Bunların da kendi içerisinde temel öğeleri olduğunu belirtir. Ona göre; “yakıyn”ın dört öğesi; akıllılık, hikmeti yormak, geçmişlerden öğüt almak, geçenlerin yolunu-yordamını izlemek. “Adalet”in öğeleriyse; anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, yumuşak huylulukta (hilm) direnmek. “Savaş” (cihad)ın da dört temel öğesi vardır. Onlar da; doğruyu buyurmak, kötülüğü yasaklamak, gerçek işlerde doğru olmak ve gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmektir.[21]

Hz. Ali’nin günümüzde dahi eksiksiz uygulanması gereken ve toplum olarak gereksinim duyduğumuz yaşam felsefemize temel edineceğimiz ahlaki ilkeleri vardır. O; Tanrı’nın dışından kimseden birşey umulmamasını, günahının / kötülüğünün dışında hiçbir şeyden korkulmamasını, bilmediği birşeyi bilmiyorum demekten utanılmamasını, bilmediği birşeyi öğrenmekten çekinilmemesini ister[22] ve aşırılıktan kaçınarak “ölçülü olunması”nı yeğler.[23] Varlıklılığın en üstününün “akıl”, yokulluğun en aşırısının “ahmaklık”, korkulacakların en büyüğünün “kendini beğenmişlik (bencillik)”, soyun-sopun en yücesinin “güzel huy” olduğunu öğütler.[24]

Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ı örnek edinerek tüm gençlere öğüdü de örnek alınması ve kişinin özüne yansıtması gereken şeylerdir. Şunu söylüyor:

“Bilmediğin şey hakkında söz söyleme. Gerekmediği zaman söze girişme. Sapıklık olduğundan korktuğun yola gitme. Çünkü sapıklık şaşkınlığı zamanında o yoldan dönmek, korkulara çatmaktan yeğdir. İyiliği buyur da sen de iyilerden ol. Kötülüğü elinle, dilinle yasakla da bu çabanla kötülük edene karşı dur. (…) Nefsini kendinle başkaları arasında bir tartı haline getir. Kendine yapılmasını, başına gelmesini sevdiğin, dilediğin şeyi başkaları için de sev, dile. Sana yapılmasını, başına gelmesini istemediğin şeyi onlar için de isteme. Nasıl zulme uğramayı istemezsen sen de, öylece kimseye zulmetme. Nasıl sana iyilik etmelerini istiyorsan, sen de başkalarına öylece iyilik et. Başkasından görüp, duyup çirkin bulduğun şeyi, kendin için de çirkin bul. Sana yapılınca razı olamayacağın şeyi, insanlara da yap. Bildiğin az bile olsa zararı yok, fakat bilmediğini söyleme. Sana söylenmesini istemediğin şeyi sen de söyleme başkalarına. Bil ki kendini görmek, beğenmek, gerçeğin tersidir, akıllılarınsa afeti”.[25]

Bunlar 1400 yıl öncesinden günümüze ve bizlere kalan ahlâk ve yaşam felsefesin Hz. Ali’de Muhammed ve Yoluna İçtenlikli Bağlılık

İlk Müslümanlardan olan Ali;[1] Hz. Muhammed ve onun yoluna içten, gönülden bağlıdır. Bunu, çeşitli nedenlerle zaman zaman halkı tanık göstererek de dile getirmiştir. Zaten Peygamber de onu “vasisi”, “halifesi” olarak önermiş, toplumunun bu noktada dikkatini çeşitli vesilelerle çekmiştir.[2]

Ali, Hz. Muhammed için canını hiçe sayan biridir. Peygamber bunu bildiği için 622 yılında Mekke’den Medine’ye gizlice göçerken, kendisinin evinde olduğu kanısını yaratmak ve müşriklerce izlenmesini önlemek amacıyla evde Ali’yi bırakmış, yatağına yatırarak müşrikleri aldatmaya çalışmıştır. Ali bu yaşamına mal olabilecek oldukça tehlikeli görevi hiç ikileme düşmeden severek, içtenlikle yapmıştır. Dahası Peygamber’i araştıranlarla da döğüşmek zorunda kalmıştır. Bu görevi o günkü koşullarda üstlenecek bir başkası düşünülmemektedir. Bu, Ali’nin Muhammed’e ve onun yoluna olan inancının ve bağlılığının bir sonucudur. Bunun üzerine Bakara 207. ayeti iner. Tanrı buyruğunda yüceltilen Ali için şöyle denir:

“İnsanlardan öylesi vardır ki Tanrı rızasına ulaşmak için adeta varlığını ve kendini satar, Tanrı’nın rızasını alır. Tanrı, kullarını pek esirgeyendir”.[3]

Medine’de yeni toplumsal oluşum ve kaynaşmaya gerek görülmüş ve özellikle göçmenlerin ekonomik ve toplumsal gereksinimlerinin karşılanması bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Peygamber bu toplumsal dayanışmayı ve kaynaşmayı sağlamak için Hicretin 5. ayında bir törenle göçmenlerle Medine’nin yerlilerini kardeş yapmıştır. Tören sonrası yalnızca Peygamber’le Ali kalırlar. Peygamber, bu törende Ali’yi kendine kardeş edinir. Peygamber Ali’ye; “sen dünyada da, öte dünyada da benim kardeşimsin” der. Kardeş olanlar birbirlerini gözetip koruyacak, ekonomik gereksinimlerini karşılayacaklar ve birbirine mirasçı olabileceklerdir. Sonradan bu miras biçimi Anfal 75. ayetle değişir.[4] Bu kurum özellikle Alevilerce benimsenir. Alevi “musahiplik kurumu”nun ana kaynaklarından en önemlisi bu törenle başlatılan kardeşlik olayıdır.

Ali, bütün savaşlarda olduğu gibi Uhud Savaşı’nda (625) da olağanüstü yararlılıklar gösterir. Peygamber’in bile ölüm tehlikesi geçirdiği bu savaşta, Peygamber iki kılıçtan birini Ebu Ducane’ye, “Zülfikâr” olarak adlanan diğerini de Ali’ye verek onların değerini bir kez daha teslim eder. Ali bu savaşta 90 (kimi kaynaklada 6) yara alacaktır. Ama; “Ali’den başka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç yok” sözü özdeyişlecektir.[5]

Mekke’nin alınması (630) sırasında Kâbe’ye gidilir. Kâbe putlardan temizlenirken Peygamber Ali’yi omuzlarına alarak putları kırmasını sağlar.[6] Bu dahi, Peygamber’in Ali’ye verdiği değerin ve ona güvenin sonucudur. Ali’nin İslamlığın oluşmasındaki doldurulmaz yerini, Peygamber’in ideolojik ortağı olduğunu gösterir.

Hadislerde Hz. Ali

Ali ve Ehlibeyt Şii ve Galiye litaratürünün önemli bir konusudur. Bu alanda Küfelilerce 300 binin üzerinde hadis “uydurulduğu”(!) belirtilir. Bunların çoğu, Ali’ye üstünlük ve diğerlerine göre başkalık kazandırır. Bu durum öteden beri Şii kaynaklarına ve bu çevrelerin ürettiği bilgilere kuşkuyla bakılmasına, abartılı görülmesine neden olmuştur. Peygamber’in Ali’ye ilişkin sözlerinin bir bölümüyse Şiilerce istismar edilerek, amacının dışında anlamalar üretilmiş veya, amaçlı anlamlar yükletilmiştir. Bütün bunlara karşın tüm bu hadisler oldukça abartılı da olsalar, bir gerçeği dile getirmeleri bakımından da önem taşırlar.[1]

Ali karşıtı, onu yeren, toplumun gözünde düşüren Emevi uydurmacılığından kaynaklanan hadisler olduğu gibi, doğrudan Peygamber’in ona ilişkin övücü, yüceltici, onun üstünlüğünü toplum karşısında teslim eden hadisler de vardır. Doğru hadisler, karalama açısından uydurulanlardan daha çoktur. Özellikle şu hadislerin Peygamber kaynaklı ve doğru hadisler olduğunda bütün hadis bilginleri hem fikirdedirler. Peygamber Muhammed onun için

·        “Ali bendedir, ben Ali’denim”.

·        “O ümmet içinde en büyük hilm sahibi, İslam’da ilk, bilimde en yüksek ve huyda en güzel olandır”.

·        “Cennet üç kişiyi özler; Ali, Amr ve Selman”.

·        “Allah bana dört kişiyi sevmemi buyurdu ve kendisinin de onları sevdiğini bildirdi: Ali bunlardandır…”.

·        “Ali benim dünyada ve ötedünyada kardeşimdir”. vb.[2]

Buhari, Müslimi, Tirmizi, Davudi gibi Sünni hadis bilginlerinin saptadıkları hadisler; doğru, gerçek anlamında “sahih” kabul edilir ve uydurma olmadıklarına, doğruluklarına inanılır. Bu ünlü altı hadisçinin derlediklerine “Kitab-ı Sitte” denir. Bu derlemelerde Hz. Ali ve Ehlibeyt’in İslam’daki önemini öne çıkaran sayısız hadis türünde anlatım ve olay yer alır. Bu “doğru ve gerçek” hadis kitaplarına göre; Peygamber İslam toplumuna yol gösterici olarak Kuran ile Ehlibeyt’ini bıraktığını[3], Ali’yi kendisi için “kardeş” olarak nitelediğini, Harun’un Musa’ya yakınlığı gibi “yakın” bildiğini, Ali’yi dostu olanlara “dost” olarak önerdiğini, zor günlerinde Ali’ye dayandığını ve başarılması zor görevleri oldukça “güvendiği” Ali’ye yüklediğini, bu nedenle de Ali’yi sürekli överek yücelttiğini, örneğin Hayber olayında böyle bir durumun yaşanıldığını, Tanrı’nın Kuran hükümlerini en iyi “anlama yetisi”ni Ali’ye verdiğini, Ali’nin ilk Müslümanlardan olduğunu, Ali’ye bakmanın ve onu anmanın “ibadet olduğu”nu, Peygamber’den sonra ancak Ali ile “kurtuluşa ulaşılacağı”, Ali’ye saygının ve bağlılığın kendisine yapılmış gibi olacağını, Ali’nin kendisinde “başın gövdedeki yeri gibi” önem taşıdığını, Ali’nin Kuran’la birlikte olduğunu, kendisinin bilimin “kenti” Ali’ninse bu kentin “giriş kapısı” olduğunu bu hadisler dile getirirler. Peygamber, Ali’yi kendisinin seçmediğini, onu doğrudan Tanrı’nın “seçtiği”ni söyler. “Sırrımın sahibi” Ali’dir, o benim “etim ve canım”dır, Ali benden bense Ali’denim, Ali benden sonra “veliniz”dir, Ali de benim “vasim ve varisim”dir der. Hadislere göre Cennet dört kişiye müjdelenmiştir. Bunların başında Ali gelir. Cebrail’in Peygamber’e ilettiğine göre Tanrı ashabtan dört kişiyi çok sevmektedir. Yine bunların başından Ali gelir. Yine Cebrail’in Peygamber’e ilettiğine göre, cennet müjdelenen üç kişiden biri Ali’dir.[4]

Şii kaynaklarda Ali’ye ilişkin hadisler önemli bir yer tutar ve oldukça ilginç görünümler sergiler. Doğallıkla bunların tümünü “abartılı” olarak görmek de yanlıştır. Sünni hadisler özellikle Sünni çizgiye kaynaklık eden sahabeden aktarıldığına ve birçoğu da “yalan” denilecek ölçüde “abartı” taşımasına karşın,[5] Şii kaynakların baş vurduğu hadis kaynakları genellikle Ebu Zerr Gaffari, Selman-ı Farisi gibi Peygamber’in çevresinde bulunan, ona ve kurduğu dine içtenlikle bağlılıkları bilinen kimselerdir. Bunların dile getirdikleri duydukları-gördükleri hadis doğruluğu (sahihliği) açısından daha geçerli olması gerekir. Özellikle İslam’ın gönüldaşları olan bu tür kimselerin aktardıkları hadisler İslam’da Ali ve Ehlibeyt’in yerini sergileyecek ve ortaya çıkaracak gerçekliktedirler. Çünkü bilindiği gibi, tarih boyu Ali ve Ehlibeyt’in hakkı, yeri “gasb”a uğramıştır. Selman-ı Farisi kaynaklı bir hadiste Peygamber Ali’yi diğerlerine karşın kendisine yakınlığı ve İslam içindeki yeri açısından değerlendirirken; “Adem’in Şit, Nuh’un Sem, Yakub’un Yusuf, Musa’nın Yuşa, Süleyman’ın Asıf, İsa’nın Şemun, benimse Ali’dir” der. Abbas’ın aktardığı bir hadiste de yine Ali onurlu bir yerde ve Peygamber’e en onurlu bir yakınlıktadır. Bu hadise göre; Peygamber Muhammed Tanrı bana da Ali’ye de “beş şey verdi” der. Bunlar;

“Bana söz toplaması… Ali’ye bilim toparlaması… Beni Peygamber olarak gönderdi... Ali’yi vasi ilan etti. Bana Kevser ırmağını verdi… Ali’ye selsebili verdi… Bana vahiyi verdi… Ali’ye ilhamı verdi. Beni peygamberlerin sonu, Ali’yi de vasilerin sonu olarak gönderdi…”

Yine Şii hadis aktarıcıların kitaplarında Ali’nin Tanrı’ya ve Peygamber’e yakınlığı vurgulanır. Bu alanda Peygamber Ali için; “Ya Ali Tanrı’yı bilen yalnız benle sen, beni bilen ise Tanrı ile sen, seni bilense Tanrı ile ben…” diyerek kendisi, Ali ve Tanrısal yakınlık belirtilir. Ali’nin kendisi, ideolojisi ve yeni yapılanmakta olan devlet için önemi, kendisinden sonra bu devletin ve dinin yürütülmesi-yaşatılması bakımından gerekliliği dile getirilmiş olur.[6]

Önemli ve geçerliliği ortakça kabul edilen hadis derlemelerinde Ali’ye ilişkin günümüze ışık tutacak Peygamber sözleri vardır. Peygamber, yolunun sürdürülmesi ve ahlaki değerlerin topluma kazandırılması açısından Ali’yi oldukça önemser. Onun için; “Ali’yi sevmek, günahların ateşin odunu yiyip erittiği gibi yer eritir”. der. Kendisinden sonra toplumda kopmaların ve siyasal ayrışımın olacağı öngörüsünde bulunan Peygamber, “Ali’den ayrılınmamasını” ister. Çünkü onun “hakla batıl”ı birbirinden ayırabilecek düzeyde ve olgunlukta olduğunu bilmekte ve ona güvenmektedir. Bu nedenle Ehlibeyt’ine güven duyulmasını, onların bu toplumun güvenlik ölçütleri olduğunu, Ali’ye bakmanın, onu izlemenin bir ölçüye kadar “tapınım / ibadet” olduğunu belirtir. Ali, her türlü mükemmelliğe sahiptir. Gelmiş-geçmiş peygamberlerin mükemmelliği Ali’de vardır. Ünlü ve hadis otoritesi Tirmizi’nin aktardığına göre Peygamber;

“Amelde Adem’i, anlayış’ta Nuh’u, bilimde İbrahim’i, takvada Yahya’yı, şiddette Musa’yı görmek isteyen Ali’ye baksın. Bu niteliklerin hepsi Ali’de toplanmıştır”

der. Bu hadisin bir başka genişletilmiş türevi / varyantı / versiyonu da şöyledir:

“Adem’in bilimine, Şit’in yumuşak huyluluğuna (hilm), İdris’in yüceliğine, İbrahim’in cömertliğine, Musa’nın heybetine, Davut’un hilafetine, İsa’nın züht ve takvasına, Zekeriyâ’nın şehadetine, Yahya’nın ismetine, Yusuf’un güzelliğine, Nuh’un anlayışına bakmak isteyenler Ebu Talib’in oğlu Ali’ye baksınlar”.

Peygamber yerine en uygunu olarak siyasal, toplumsal, inanç ve ahlaki yeterliliğe sahip Ali’yi düşünür ve önerir. Bu nedenle şunu söyler:

“Ya Ali sen Kâbe gibisin. Herkes Kâbe’ye varır, Kâbe hiçbir yere gitmez. Hilafet işini sana vermek için bir millet gelirse kabul et. Gelmezlerse sen onların yanına varma”.

Bir başka hadisinde de Peygamber Ali’nin geleceği ve toplumdaki yeri için şu önem taşıyan sözü söyler: “Ben ile Ali kullar üzerinde Tanrı hüccetiyiz. Benimle ilk tapınan Ali’dir”. Peygamber, Kuran’ın yorumlanması, korunması, Kuran mesajının yaşama geçirilmesi için mücadele edecek ve bu işi üstlenecek tek kişi olarak yakınındaki sahabe içerisinde Hz. Ali’yi görmüştür. Çevresindeki ileri gelir insanlarla bir söyleşisinde;

“Sizlerden birisi Kuran’ın yorum (tevil) ve anlamı uğruna savaşacaktır. Nasıl ki ben kafir ve müşriklerle Kuran tenzili ve nazili hakkında savaştım ise, o da tevil için savaşacaktır.”

der. Orada bulunanlardan Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibi liderliğe oynayan kimseler “bunları yapacak biz miyiz?” diye sorar ve kendilerine pay çıkarmak isterlerse de, Ali’nin içtenliğine ve sadakatine güvenen Peygamber Muhammed bu işi yapacak olanın “Ali b. Ebu Talib” olduğunu söyler.[7]

Ünlü hadis aktarıcı ve derleyicilerine göre Peygamber; “Ali’nin düzeyine hiç kimsenin erişmediği”, sahabelerden hiçbirinin “onun düzeyine varmadığı”, İslamlığın başından beri hiçbir Müslümanı “Ali’nin terazisine koyma”nın olası olmadığı, onun “takvası, liderliği, komutanlığı ve bilgisiyle rakipsiz olduğu”nu sürekli dile getirmiştir.[8] Tirmizi ve diğerlerinin aktardığına göre; Peygamber Ali’yi “kardeş / mu’âhat / musahip” edinmiştir.[9] Yine ünlü hadis aktarıcıların bildirdiğine göre Ali “Tanrı’nın velisi”dir. Tanrı’nın velisi olduğu için Tanrı elçisinin ve inananların da “velisi”dir.[10]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gratis Homepage erstellen bei Beepworld
 
Verantwortlich für den Inhalt dieser Seite ist ausschließlich der
Autor dieser Homepage, kontaktierbar über dieses Formular!